İçinde yaşadığımız süreçte Türk insanının, Oğuz Atayın edebiyatımızın gündemine kazıdığı hesaplaşma sorunsalı ile göğüs göğse gelmeden nefes alabilmesi pek olası görülmüyor
Günlük siyaset gündeminin bizleri sürüklediği basite alma alışkanlığı, bireye dönük düşünsel gelişim çıtasının sürekli değişkenlik gösteren ivmesi ve entelektüel düzlemin teorik, pratik ve nesnel olgularının yarattığı çeşitlilik ve zenginlik ortamı, içinde yaşadığımız zaman diliminde Oğuz Atayın çağdaş önemini bir kez daha öne çıkartıyor
Hayatı bir birey olarak sürekli olarak sorgulayan Oğuz Atayın insan (aydın) tipi, toplumsal sorumluluklarının bilinci ile örtüşen kendini geliştirme savaşımı içinde erimekte, kendisi ile ve toplumla birleşmekte ve birbirlerini sürekli olarak tetikleyen dinamikler arasında bir var oluş mücadelesi vermektedir
İşte bu zengin dinamiğin yarattığı nitelik, Oğuz Atayın günümüz açısından önemini bir kez daha ortaya koymaktadır.
Türk aydını, bireysel gelişimini sürdüren, ulusal nitelikteki kültürel mirasımızın sahibi, uygar dünyanın gözlemcisi, toplumsal sorumluluklarını omuzlayarak gelişen ve her an gelişmekte olan bir ivmenin yaratıcısı ve aynı zamanda da, uygulayıcısıdır. İşte Oğuz Atay, bunun için önemlidir
Sözünü etmekte olduğumuz değer yargılarının her an yeniden değerlendirilmesi ve sorgulanması mücadelesi ile, kültürel mirasımızın ortak paydasının her gün yeniden oluşturulması yönünde sarf edilen emek
Sonuna kadar bireyci
Son noktasına kadar toplumsal sorumluluklarını müdrik
Topluma, Dünyaya, emeğe, yaratıcılığa, özgürlüğe
Ve kolektif bilince dönük bilinçli bir beyin ve emek yoğunluğu
Bir diğer söyleyişle, Selimlik!..
Turgutçuğum Özben ile sürdürülen dostluk serüveni çerçevesinde, mücadele, sevgi, ironi ve yaşam
Ve sorumluluk
Ve sorumluluk!
İşte özetlemeye çalıştığımız bütün bu değerlerin yaratılması, korunması ve geliştirilmesi için Oğuz Atay!..
Çoğu okurumuzun sürekli olarak soruşturduğu gibi
İşte bütün bu nedenlerle Oğuz Atay!..
Ve dolayısıyla devam ediyoruz Oğuz Ataya
Ve Prof Dr. Yıldız Ecevitin, Oğuz Atay üzerine sürdürdüğü araştırma-inceleme-deneme-çalışma ve düşünme pratiklerini topladığı Ben buradayım isimli eserinden aktardığımız aşağıdaki bölümü yayınlıyoruz.
Oğuz Atayda Dil
Başta Osmanlıca olmak üzere, ülkede geçmişte kullanılmış ya da kullanılmakta olan çok çeşitli dil katmanlarıyla/eğilimleriyle/düzeyleriyle oynar, onları parodi düzlemine taşır, metnini bir dil cümbüşüne çevirir Atay. Nasıl tüm metin, konudan konuya atlanarak oluşturulmuşsa; dil düzleminde de, o güne değin Türk romanının görmediği çeşitlilikte bir dil kullanımı, bu çoğulcu konu/motif örgüsüne eşlik eder.
O dönemde Türk romanının alışmış olduğu çoğunlukla Öztürkçeci katışıksız/yalın, aydın dili ya da köy romanlarının şive kullanımıyla bütünleşen otantik dilinden farklı bir dil topografyasına sahiptir bu metin: özgündür, benzersizdir; dile bilinçli olarak, bir anlatım aracı olmanın dışında bir işlev yükler, onu bir kurgu ögesi durumuna getirir; her parçası farklı donatılmış metnin, bu sözcükten organizmanın, bir bileşenine dönüştürür. Ben anlatmak, filan falan demek istemiyorum, diyordur romanın Turgut u : Yeni bir dil yaratmak istiyorum. (
) Hiçbir geleneğin mirasçısı değilim. Geleneksel romanın alışık olmadığı bir dil bilincidir bu. Doğan Hızlanın metnin diline ilişkin sorusunu şöyle yanıtlıyordur Oğuz Atay: Bir bölüm var sırf Öztürkçe yazılmış, bir bölüm var sırf Osmanlıca yazılmış. Eğer okunursa, bu dillerle nasıl yazabildiğim görülecektir. Bir de kendi dilim var tabii.

Tutunamayanlar, dil düzlemleri içinde en çok Osmanlıcanın parodilerini içerir. Açıklamalar bölümündeki Hilkat, Hadisat ve Tatbikat başlıklı metin kesitleri, yazarının bu eski dilin kullanımına egemen olduğunu gösterir. Bidayette cemiyet vardır, diye başlayan metin, ağırbaşlı Osmanlıcanın eğlenceli bir içerikle bütünleştirilerek parodi edildiği bir anlatı kesitidir. Osmanlıcanın, Tutunamayanlar romanını oluşturan mozaik taşları arasında hatırı sayılır bir yeri vardır. Türk dilini yabancı bulaşıklıklardan arındırmak amacıyla yapılan dil devriminin dorukta yaşandığı, eski sözcüklerin aydın dilinden ve edebiyat kullanımından tümüyle dışlandığı bir dönemde, parodi yoluyla da olsa eski dilin böylesine yoğun kullanımı eleştirmenler arasında hoş karşılanmaz. 1972 yılında, Muzaffer Buyrukçu, bir gece Beyoğlu nda rastladığı Oğuz Atayın kendisine yakındığından söz eder: Dilime de takılıyorlar. Kelimeleri seçmeden kullanıyormuşum. Arapça, Farsça, Osmanlıca ve Öztürkçe kelimelerin karışımı bir dilim varmış. Yanlış tabii. Yaşayan dili kullandım.

Parodiler dışında kalan, kendi dilini kullanarak yazdığı roman bölümlerini de uzun yıllar sol eğilimli Türk yazarlarının yapmış olduğu gibi, yaşayan dildeki sözcüklerin Öztürkçe karşılıklarını bularak oluşturmaz Oğuz Atay. Bu davranışı solcu kesimin tepkisini çeker. Bu kesimle, dil felsefesi ve kullanımı konularında farklı düşündüğü ortadır. 25 Mart 1974 tarihli günlük notunda yeni yazarların kelimeler icad ederek azınlık olma telaşından, söz ediyordur. Tutunamayanlar Osmanlıca parodisinin yanı sıra Öztürkçe parodisi de içerir; elipse yumurtasal, cebire zorbilim, baytara yaratıkotacılık, atletizme koşunuğraş, berbere sakalsaçkeser denilerek bıyık altından gülümseten metinlerdir bunlar. Bir hesaplaşma romanı olan Tutunamayanlar ın sayfaları boyunca dille de hesaplaşıyordur Oğuz Atay: Noktalama imi olmadan yazdığı bölümde olasılık sözcüğünü kullandıktan sonra hemen ekliyordur: büyük bir olasılıkla dedim ki görüyorsun Türkçe kelimeler de kullanıyorum arada Öztürkçeye dargınlığım kalmadı tabii kimse bilmiyordu benim dargın olduğumu. Bir başka yerde ise Öztürkçenin zorlukları yenildikten sonra-yani bu dil bir yana bırakıldıktan sonra- yeni ve zengin bir dille anlatmaktan söz ediyordur.

Tutunamayanlar dille her düzlemde oynanılan bir metindir, dil parodileriyle doludur. Parodinin; dış biçimin konturlarına sadık kalınırken, içeriğin abartı ve komik ögeyle çarpıtıldığı bir taklit sanatı olduğu göz önüne alındığında, Oğuz Atayın metninin büyük bir bölümünde, doğrudan kendine ait olmayan bir dille öykülendiğini, alay/taklit/oyun karışımı bir anlatı dili oluşturduğunu söyleyebiliriz. Böyle bir dille öykülenen metnin içi anlatıcıyı, kaygan bir zeminde okurla karşı karşıya getirir Atay; metnini daldan dala atlayan konu/ motif düzlemine, bir de dilden dile atlayan anlatıcıyı ekler. Geleneksel metinlerin, tek bir dil düzleminde öyküleyen, ona yaşamla ilgili bilgiler veren, ciddiye alınmak üzere kurgulanmış anlatıcısına alışık okur ve kuşkusuz eleştirmen-, bu yeni yazarın oyunbaz metni karşında şaşkına düşer. Alaylı sözlerin nerelere uzanacağını bilemediğiniz, tam size keyifli keyifli sırıtırken, en nazik yerinize bir çuvaldız batırıveren, sonra dönüp yüzünüze bir çocuk saflığıyla bakan bir dilden söz eden okur-eleştirmende şaşkınlığını gizlemiyordur.

Bu oyunbaz anlatıcı; kimi yerde trivial/eğlencelik aşk romanlarının diliyle öyküler, kimi yerde ansiklopedi dili kullanır, kimi yerde bir günlük ya da biyografi yazarına dönüşür; kimi kez hayatın koordinatları ya da momentin mahvettiği mühendis ya da kosinüs kurbanları örneklerinden olduğu gibi teknik dile el atar, hasetten kuruyup, T cetveline dönen insanlardan söz eder, minimini bir x ile canım bir y arasında başlayan bir ilişkinin öyküsünü kurgulamaya girişir, teknik bir üslup seçmeliyiz çünkü bizler teknisyeniz, diyordur. Bir başka yerde ise aynı anlatıcı resmi tutanak diline öykünüyor; sonra bir bakmışsınız tiyatro diline atlamış diyaloglarla öykülüyor ya da genelevde duyguları çığrından çıkmış Turgutu Hamlet tonlaması içinde konuşturuyordur.
Bir başka köşede ise alaturka şakı sözleri, tangolar, çeşitli biçim düzenlemelerinde manzum metinler birbirini kovalıyordur
Gerçek anlamda bir dil karnavalıdır bu. Metnin bir yerinde Tanrı usıg baştan alır / O tuşinir yerge çünki, diye Göktürkçe parodisi içinde bir beyit oluşturan anlatıcı, bir başka yerde Anadolulu bir halk ozanına dönüşür: Dostun vefalısı bütün isteğim/ Kız peşinde olan dostu nideyim/ Her an yaşamalıyım kendi gerçeğim/ Kendi içimdeki indeyim gayrı . aynı anlatıcının bir başka metin kesitinde de şakacı bir karamela manicisi olduğunu görürüz: İncitmek istemiyorsan efendini,/ Tuzlayıp tenekeye bas kendini.

Atayın, kalıptan kalıba giren, renkten renge boyan bu binbir surat anlatıcısının dalıp çıktığı dilbiçem düzlemleri içindeki uç bölgelerden biri de, özellikle düzeysiz gelişmemiş küçük burjuva prototipi Metinin anlatıldığı bölümde yer alır: ucuz aşk romanları ve tango sözleriyle dokunmuş bir kitle öykünmeciliği düzlemidir bu. Bu düzlemin devamında ise, roman boyunca yaşamda düş kırıklığına uğramış, acılı, dertli, hüzünlü kişilerin dünyası içinde dolaşmakta olan anlatıcının, metnin birçok yerine yayılmış olan yakınmaları aktarırken sıkça kullandığı Bat dünya bat haykırışında, daha sonra arabesk adını alacak olan eğilimli koşutluklar içeren bir alan vardır. Oğuz Atayın bat dünya batları gerçi Orhan Gencebayın Batsın bu dünya (1973) adlı şarkısından dört beş yıl önce kullanılmıştır metinde; doğrudan bir arabesk öykünmeciliği değildir.
Ancak yetmişlerin ortasında yazdığı bir makalede genellikle taksi şoförleri için düzenlenen hıçkırık plaklarında söz etmesinden, arabeskin öncü dalgalarının kendisine kadar uzandığını anlıyoruz. Her ne kadar çok farklı sularda yelken açıyor olsa da, kentte yaşayan ama kentlinin dışladığı, acılarını arabesk müziğin şarkı sözleri aracılığıyla dışa vuran ezik ve mutsuz varoş insanıyla; Oğuz Atayın, içinde yaşadığı değerler sistemiyle çatışan ve topluma uyum sağlayan entelektüel roman kişilerini birleştiren bir ortak payda yine de vardır: tutunamamak. Bu ortak paydanın arabeskle bütünleşen yanı ise ağıtsı bir yakınma ve kendine acıma duygusunda belirginleşir. Atay, romanının bu eğilimini metninde Turgut Özben aracılığıyla dile getirir: Sizi ağlatmaya ve burnunuzdan getirmeye geldik. Bitmez tükenmez sızlanmalarımızla ananızı ağlatmaya niyetliyiz. Gerçekten de yakınmalarla dolu bir romandır Tutunamayanlar. Romanın Turgutu bir arabesk şarkıcısı gibi konuşuyordur: Yakında bir plağımız çıkıyor. Bütün şoförler çalacak arabalarında.
Dil üzerinde düşünen, onun felsefesini yapan bir romandır Tutunamayanlar. O güne değin Türk edebiyatında hiçbir roman yazarı dili böylesine sorunsallaştırmamıştır. Bunun bir nedeni de, gerek biçim/kurgu, gerekse içerik düzlemlerinde bir başkaldırı romanı olan bu metnin, başkaldırısını; geleneklerin/kullanımların yıprattığı/eskittiği, kendisine yürürlükteki düzenin ölçütlerini yüklediği bir dil aracılığıyla yapmak zorunda oluşudur. Atay dilin, anlamı doğrudan aktaramadığını; söylenmek istenilene farklı alanlar yüklediğini; çağlar boyu tabularla/geleneklerle/duyarsızlıklarla aşındığını/kirlendiğini, kimi yerde kabuk bağladığını biliyordur. Onun için yeni bir dil yaratmaktan söz ediyordur; dile güveni yoktur, benim için anlatmak, açıklamak, ancak kelimelerin anlamını değiştirmekle mümkün olacak galiba, diyordur.

Duyguları katışıksız anlatabilir miydi dil, tıpkı müzik gibi? Atayın roman kişilerinden biri piyano çalabilmeyi çok istediğini söylüyordur: Piyanoya oturur, kelimelerle ifade etmekte güçlük çektiğim bütün duygularımı, acılarımı tuşlara dökerdim. Bazen şiddetli, bazen yavaş basardım onlara. Kim bilir, ne ince ayrıntıları vardır o dokunuşların. Kelimeleri daha önce öyle kötü yerlerde kullanmış oluyoruz ki kirletir diye korkuyoruz duygularımıza dokunursa. Seslerin başka türlü bir dokunulmazlığı var. Malzemesi ses değil de sözcük olan sanatçının ise anlamı, katışıksız/arı bir biçimde aktarabilmesi olanaksızdır. Belki de susmak bilinmeyen kahramanlarla dolu, konudan konuya atlayan bu konuşkan metnin amacı da, doğrudan aktarmanın olanaksız olduğu anlamı, dokudaki söz ve ayrıntı bolluğunun içinde yer alan karşıtlıkların, çoğulcu yapının arasına yaymak, onu okurun algı dünyasına sunmaktır, tıpkı müzikte olduğu gibi. Sessizliklerin en kesini susmak değil, konuşmaktır, diyen Kierkegaardın söylediği şeyde budur. Dilin yetersizliği, roman kişisi Selimin dünyasında gerçek bir karabasana dönüşmüştür: Güzeli anlatamamak, rüyada bağırmak isteyip de sesi çıkmayan insanın dehşetine düşürüyordu onu. Selim, başkalarına yer yer güzel gelen açıklamalarını, yüzeyde kalan ve kafasındaki güzelliği bozan bir yarım yamalaklık sayardı. Oğuz Atay, 20. yüzyılın maddeler evreninde dil ve anlam konularını sorunlaştıran Batılı yazarlar ve düşünürlerle, dil karamsarlığı ya da dil kuşkuculuğu denilen ortak paydada buluşur.

Tutunamayanlardan sonra kaleme aldığı metinlerinde de dile karşı kuşkulu yaklaşımını sürdürür Atay. Yarım kalan son romanı Eylembilimde olmuyordu: sözler her zaman gerçek olmayan bir düzeyde yer alıyordu, diyordur: Bence insanlar bu yüzden anlaşamıyorlardı: Herkes başka dili konuşuyordu. İkinci romanı Tehlikeli oyunlarda da roman kişileri dile karşı sıra dışı bir duyarlılık içindedir: Kelimeler albayım, bazı anlamlara gelmiyor. Kelimeler, albayım, hangi anlama geliyor? diyen Hikmet bir başka yerde neredeyse yalvarıyordur: Dalgınlıkla yanlış kelimeler kullanmayalım; birbirimizi bu hususta her zaman uyaralım. (
) aman elini unutma, elinden bir kaza çıkmasın. Bir de ne olur, kelimelere dikkat et, yalvarırım kelimeleri unutma.
Oğuz Atayın dile karşı duyarlılığının köklerinin çocukluğuna uzandığı kesindir. Yanlış dil kullanımının sürekli düzeltildiği bir ortamda büyüyen Atayın yakın çevresi, dil yanlışlıklarının onu öfkelendirdiğini söylüyordur. Bir gün gurupta birinin kim vurduya gitmek yerine vurdum gittiye gitmek demesi üzerine Oğuz Atayın, Türkçeyi mahvediyorsunuz, diye yerinden fırladığını anımsıyordur Sinan Ersan. Kelimelerin yanlış kullanımına öfkesi vardır. Biri için, kitapları aşkla okuyordu dediğimde bana kızardı. Kelimeleri tartarak, yerinde kullanırdı, demektedir Barlas Özarıkça da. Bir mektup öyküsünde anlatıcı, dili yanlış kullanan kişiye öfke kusuyordur: Bu alçak terzi, bir keresinde Biraz içki almışım, gibi aşağılık ve dilimize yabancı gelen bir söz etmişti.
Oğuz Atayın anlatımındaki plastik güç ve dili kullanımındaki ustalık, kimi yerde sıra dışı bir artistik boyutta kendini gösterir.
Romanın en etkileyici bölümlerinden biri olan genelev sahnesinde, akışkan bir varlık gibi insanların arasında süzülerek gezintiye çıkan sarhoşların şarkısı böyle bir artistik doruktur:

Sarhoşların şarkısı yavaş yavaş salona yayıldı. Sıcakla birlikte merdivenlere tırmandı, günah odalarının içine, kapı altlarından sızdı, kapağı açık kömür sobalarına girdi, kurum dolu bacadan gecenin ortasında süzüldü. Gecenin sıcağında buharlaştı, eridi; yoldan geçenlerin elbiselerine, ruhlarına sindi. Otomobillerin açık pencerelerinden gidi, şoförlerin derilerinin altına işledi. Şoförler ellerini radyoların düğmelerine uzattılar, hafif müziği kapayıp Arap istasyonlarını aramaya başladılar. (
) Sarhoşların şarkısı, kelebek camından dışarı uçtu. İçerlemişti: beni Arap müziğiyle karıştırıyorlar diye söylendi. Yayalar için yanan yeşil ışıktan yararlanarak karşıya geçti. Yükseldi. Hastayım yalnızım oldu ve kapanmakta olan bir meyhanede, İstatistik Umum Müdürlüğü kaleminden emekli Niyazi Beyle, tombalacı Akifin faslındaki peltek güfteye karıştı. (
) Sonra hızlandı: apartmanlara girdi. Demokrat Ahmet Beyin eninde bir senfoniyle bir popüler müzik arasında dinledi. Bazen high fidelity oldu, bazen mono: Yetmiş sekiz devirli parlak kollu bir gramofonda bile çalındı bir kere (
) kendini sokağa attı. Peşine iki tane uzun saçlı, kırmızı ceketli genç takıldı. Armonize edilmemek için var kuvvetiyle kaçtı. Gece yarısı olduğundan kapalı duran demir kapının üstünden aştı. Üç numara, on iki numara, yirmi sekiz numara; kapıyı yumrukladı. Aceleden, muşambanın üstünde kaydı, duvara çarptı, sarhoşların arasında güçlükle yer açtı kendine. (
) Turgut oradaydı bir adım mesafede. Göğsüne yaslandı, başını omzuna koydu. Bir kedi gibi süründü, yaltaklandı; nefes nefese, ama emin ellerdeydi.
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder